Beslenme ve DiyetGenetik Rahatsızlıklar

Genetik mühendisliğinin getirdikleri 3

GDO KULLANIMININ SOSYOEKONOMİK ETKİLERİ

GDO’ların kullanımının ekosistemde ve insan sağlığında yol açabileceği sakıncaların yanında, tarımsal biyoteknolojinin mevcut pazar yapısında yaygınlaşması sonucu gelişmekte olan ülkelerin sosyoekonomik yapılarında aşağıda belirtilen sonuçların ortaya çıkması beklenmektedir.

Tarımsal biyoteknolojinin yerel tarım sistemlerine olası etkileri

Tarımsal biyoteknolojiye dayalı üretim ve ürün ticaretinin, yerel tarım sistemlerinde yol açabileceği etkiler, günümüzde yaygın bir geçerlilik kazanan küresel liberal sistem ile mevcut dünya gıda sektörünün yapısından kaynaklanan tarımsal biyoteknoloji şirketlerinin tekelci faaliyetlerine bağlı olarak doğabilecek ekonomik, sosyal ve etik sorunlarla koşutluk taşımaktadır. Bu çerçevede, dünyanın çokuluslu ilaç, kimya ve tohum firmalarının, GDO’ların üretimi ve pazarlanmasını, dengesiz küresel ekonomik sistemden destek alarak, salt kâr amaçlı ve tekelci şekilde yönlendirebilmeleri; güney-kuzey, yoksul-zengin karşıtlığını derinleştirici yönde sosyal, ekonomik ve etik sorunların ortaya çıkması riskini getirmektedir.

GDO pazarının, bu şekilde küresel sistemde biçimlendiği bir ortamda, ileri teknoloji gerektiren tarımsal biyoteknoloji üretimine yönelik olanaklara sahip olmayan gelişmekte olan ülkelerin tarım sistemlerinin ve tarımsal yaşam şekillerinin, çokuluslu şirketlerin ticari baskısı sonucu gerileyerek, gen teknolojisini üreten ülkelere bağımlı hale gelmeleri kaçınılmaz görünmektedir.

Tarımsal biyoteknolojinin, yerel tarım sistemlerine yönelik olumsuz etkilerinin nedenlerinden bir diğeri de, gen aktarımlı bitki çeşitlerinin patentlenmesi ile açıklanabilir. Buradan hareketle, birçok düzenleme ile modifiye edilen genlerin kullanımını patent altında güvenceye alan düzenlemeler getirilmiştir. Bunlardan bazıları, Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, Budapeşte Antlaşması, DTÖ Kuruluş Anlaşması Eki TRIPS Anlaşması, Avrupa Patent Sözleşmesi, Biyoteknolojik Buluşların Korunmasına İlişkin 98/44 AT Konseyi Direktifi, Yeni Bitki Çeşitlerinin Korunmasına İlişkin Uluslararası Birlik Oluşturulması Hakkındaki UPOV Sözleşmesi şeklinde sıralanmaktadır (Yalçıner, 2000: 76-78).
Patentlenen modern biyoteknoloji ürünlerinin, “fikri, sanayi ve ticari mülkiyet hakları” kapsamına alınması, DTÖ bünyesinde düzenlenen Ticari Fikir Eserleri Hakkı (TRIPS) ile sağlanmıştır. TRIPS tarafından getirilen düzenlemeye göre, fikri haklarda olduğu gibi, 1995 yılından itibaren gelişmiş ülkelere 1 yıl, gelişmekte olan ülkelere 5 yıl ve geri kalmış ülkelere 11 yıl “ıslahçı” patente konu olan ürünleri izinsiz kopyalama, kullanma ve üretme yasağının getirildiği belirtilmektedir (Açıkgöz, 2000b:51). Ancak, genel olarak bu düzenlemeler ele alındığında, insan ve mikroorganizmalarla ilgili yapılan çalışmaların dışında, ticarete konu olan biyoteknoloji ürünlerinin patent kapsamının henüz tam anlamıyla kesinleşmediği görülmektedir.

Op. Dr.Serkan Özkul
Op. Dr.Serkan Özkul

Etik ve bilimsel itirazlara rağmen, biyoteknoloji ürünlerinin patentle koruma altına alınması, tarımsal üretimde tekelciliği ve dışa bağımlılığı artırıcı yönde etkili olabilir. Nitekim, Biyolojik Çeşitlilik Anlaşması ve GATT Uruguay dönemi görüşmeleriyle, genetik olarak modifiye edilen özeliklerin Uruguay Round Nihai Senedi’de yer alan “Entelektüel Mülkiyet Hakları” ve “Fikri Mülkiyet Hakları- Sahte Mallar Antlaşması (TRIPS)” ile patent kapsamına alınmasının, gelişmekte olan ülkelerin biyolojik rezervlerinin sömürüsünün hızlanmasının önünü açacağı öngörülmektedir. Bu çerçevede, TRIPS’le getirilen düzenlemeye göre, Türkiye ve benzeri diğer ülkelerin, kendilerine ait gen kaynaklarını korumaya yönelik gerekli önlemleri 2005 yılına kadar almamaları durumunda, bu kaynaklar ve bunlardan elde edilen türev kaynakların patentlenebileceği ve gerekli teknolojiye sahip ülkelerin ve çokuluslu şirketlerin kontrolü altına gireceği belirtilmektedir (Yürekli, 1995:57).

Modern biyoteknoloji uygulamalarıyla değiştirilmiş organizmaların patent sistemine dahil edilmesine bağlı olarak, çokuluslu şirketlerin değişimden geçirdikleri ürünler üzerinde patent almaya başladıkları görülmektedir. Yapılan hesaplamalara göre, 4 biyoteknoloji şirketinin, dünyanın en önemli gıda ekinleri üzerindeki patentin yüzde 44’üne sahip oldukları belirtilmektedir (Madeley, 2003: 129). Genel olarak, modern biyoteknoloji şirketlerinin gıda ürünleri üzerindeki elde etmiş oldukları patent sayısının durumu ise Tablo’da verilmektedir.

Tablodaki veriler, patent sisteminin işleyiş şekli ve gelecekteki etkileri konusunda dile getirilen tekelleşme riskini desteklemektedir. Bütün bunların ışığında, GATT ve DTÖ’nün genetik kaynakların biyoteknoloji yöntemleriyle değerlendirilmesine ilişkin getirdiği düzenlemelerle, yerel potansiyel tarımsal üretimin ele geçirilmesi şeklinde gerçekleşen “tarım emperyalizmi”nin ivme kazanarak yeni bir yöne gireceği (Yürekli, 1995:56) yönündeki tahminlerin desteklendiği görülmektedir.

Tarımsal üretimde dışa bağımlılığı artırıcı bir diğer etken, gen aktarımlı tohum pazarlayan çokuluslu firmaların izledikleri stratejiyle açıklanabilir. Bu çerçevede, Monsanto gibi dünyanın tohum devleri, GDO tohumlarını pazarlarken, o ürünün tarımıyla ilgili ilaç, sulama ve gübreleme tekniklerini de paket şeklinde piyasaya sürmekte ve “terminatör teknolojisi” denilen özel bir yöntemle tohumun ikinci kez çimlenmesinin önüne geçmektedirler. Böylece, üreticiler bir yandan tarımsal faaliyetler için gerekli ekipmanlar açısından alternatifsiz bırakılmakta, diğer yandan ise aynı tohumu her defasında aynı firmadan almak zorunda kalmaktadırlar. Güney ülkelerinde yapılan çalışmalar, mevcut tarımsal biyoteknoloji sektörünün gittikçe dışa bağımlılığı artırdığı ve yerel tarım sistemlerinin sürdürülebilirliğini tehdit ettiğini ortaya koymaktadır (www.globalresponse.org).

Tarımsal biyoteknolojinin, gelişmekte olan ülkeler açısından oluşturduğu bir diğer risk, yabani bitki türlerinin ortadan kalkması ve talebe bağlı olarak tek çeşidin homojenizasyonu yüzünden, tarımsal biyolojik çeşitliliğin kaybolması olasılığı şeklinde dile getirilebilir. Bu bağlamda, GDO ürünü ve gen teknolojisi alıcısı durumdaki ülkelerde, modifiye edilen belli türlerin üretimine geçilmesi durumunda, yerli üreticilerin tarımsal üretim tercihlerinin zorlanması nedeniyle, tarımı yapılan çeşitlerin zamanla azalabileceği ifade edilmektedir. Sonuçta, yerel tarım sistemlerinin, bir yandan rekabet gücünün, diğer yandan sürdürülebilirlik şansının azalması sonucu, gelişmekte olan ülkelerin tarımsal üretim açısından iyice sömürge haline gelebileceği ileri sürülmektedir. (Özsoy, 1995: 46). Tarımsal biyoteknolojinin, geleneksel tarımın yapıldığı ülkelere girmesi, tarım nüfusunun süregelen tarım işleme biçiminden kopmasına ve dışlanmasına neden olacaktır. Dışlanan tarım nüfusunun, sosyal problemlerin kıskacında bunalan gelişmekte ülkelere yeni sosyal yükler getirmesi kaçınılmaz görülmektedir.

Tarımsal biyoteknolojinin tarımsal ürün yetiştiricilerine ve tüketicilere olası etkileri

Gen kaçışı, yapay tozlaşma gibi yollarla, GDO çeşitlerinin özelliklerinin klasik çeşitlere geçmesine bağlı olarak, klasik çeşit yetiştiricilerinin olumsuz şekilde etkilenebileceği düşünülebilir. Bu bağlamda, GDO çeşitlerinin yetiştirildiği bir ortamda, klasik çeşit üreten çiftçilerin, üretimlerini sağlıklı bir şekilde yapmalarının mümkün olmayacağı; bu durumda, üreticilerin çeşit seçme hakkının sınırlanarak klasik yetiştiricilik yapan çiftçilerin mağdur olabileceği ileri sürülmektedir (Özgen, 2000:1). GDO çeşitlerinin özelliklerinin klasik çeşitlere geçmesi, hem klasik çeşitleri yetiştiren üreticilerin, hem de gıda tüketicilerinin haklarının tehdit altına girmesine yol açabilir. Bu çerçevede GDO’ların üretim ve kullanımının yaygınlaşması, bir yandan üreticileri belirli çeşitleri üretmeye zorlarken, diğer yandan ise tüketicilerin yeterli çeşitte ve sağlıklı ürünlere erişim haklarını kısıtlamaktadır.

Buradan hareketle, dünya tarım nüfusunun büyük bir bölümünün klasik yetiştiriciliği ile geçimini sağladığı dikkate alındığında, yerel üreticilerin biyoteknolojik tarımın tehdidi altında kalacakları görülmektedir. Bu bağlamda, Endonezya, Malezya, Tayland, Filipinler, Bangok gibi çok sayıda Güney Asya ülkelerinden oluşan bir organizasyon tarafından yapılan açıklamada, GDO’ların ticaretinin DTÖ’nün kuralları doğrultusunda yaygınlaşması sonucu yerel tarımsal üretimlerin rekabet gücünün azaldığı, gen kaynaklarının tehdit altına girdiği ve küçük çiftçilerin tek tip üretime yöneltilerek zor durumda bırakıldığı bildirilmektedir. Diğer yandan ise, Dakota’da bir çiftçinin transgenik soya fasülyesini Japonya’ya ihraç etmek üzere anlaşma yapmasına karşın biyogüvenlik süreçlerinin maliyeti yükseltmesi üzerine vazgeçmek zorunda kaldığı ve büyük ölçüde zarar ettiği belirtilmektedir. Buradan hareketle, biyoteknolojik tarımdan sadece çokuluslu firmaların ve temsil ettiği ülkelerin yarar sağladığı ve insanlığın gıda güvenliğinin tehdit altına girdiği ileri sürülmektedir (Abud ve Iskandardinata, 2003)

Tarımsal biyoteknolojinin neden olabileceği ekonomik kayıplar

GDO’ların üretiminin yaygınlaşması, kısa vadede beklenen verim artışının yanında yaratılan beklentilerin tersine önemli ölçüde ekonomik kayıpları da gündeme getirmektedir. GDO’lara dayalı tarımsal biyoteknolojinin yol açabileceği ekonomik kayıpların temelinde söz konusu sektörün dengesiz yapısı ve bu yöndeki tarımsal faaliyetlerin biyolojik çeşitliliğe dönük olumsuz etkisi yatmaktadır. Bu çerçevede, dünya besin üretimine temel olan gen kaynaklarının yüzde 96’sına sahip (Doğan, 2002:3) gelişmekte olan ülkelerin, biyolojik kaynaklarına ve tarımsal üretim sistemlerine modern biyoteknolojinin uygulanmasından gelebilecek zararlar; getireceği sosyal ve etik sorunların yanında, ortaya çıkabilecek ekonomik kayıpların da kaynağını oluşturmaktadır. Çünkü, tarımsal biyoteknolojinin yaygınlaşmasına bağlı olarak gen kaynaklarının tek tipleştirilmesi yüzünden tarımsal biyolojik çeşitliliğin kaybı, tarımsal üretimin sürdürülebilirliği şansının ortadan kalkmasına ve kısa vadede beklenen kazançların ötesinde, gelecekte büyük ölçüde ekonomik kayıpların ortaya çıkmasına neden olabilir.

Biyolojik çeşitliliğin ekonomik yönü, ekonomik faaliyetlerin sürdürülebilirliğinin biyolojik çeşitliliğe bağlı olmasından ileri gelmektedir. Yapılan hesaplamalara göre, biyolojik çeşitliliğin 1 yıllık ekonomik karşılığının yaklaşık olarak yıllık 3 trilyon, ekosistem hizmetlerinin toplam karşılığının ise 33 trilyon ABD doları değerinde olduğu tahmin edilmektedir. Bu durumdan yola çıkılarak, dünyanın şu andaki mevcut biyolojik çeşitliliğinin 1 yıllık getirisinin 3 trilyon dolar ve bütün ekosistemlere bağlı olarak elde edilebilecek potansiyel ekonomik değerin ise 1 yılda 33 trilyon dolar civarında olduğu dile getirilmektedir. Bu veriler, biyolojik çeşitliliğin ekonomik karşılığının, hiçbir kaynakla karşılaştırılamayacak oranda büyük olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Biyolojik çeşitliliğin tahmin edilen ekonomik değeri, ekosistemlerin sürdürülebilirliğinin güvencesi olarak kabul edilen başta “yabani türler” olmak üzere, bütün çeşitlerin oluşturduğu gen kaynaklarının varlığından kaynaklanmaktadır. Bir bölgenin florasını (bitkisel biyolojik çeşitlilik) oluşturan bitki çeşitleri, üretimde olan ya da üretimden kalkmış çeşitler, yerel çeşitler, geçiş formları ve yakın akrabalar ya da yabani türler olmak üzere ayrılmaktadır (Özgen, 2000:1). Buradan hareketle, gen kaynaklarının, üretimden kalkmış çeşitler ile halihazırda ıslah çalışmalarında malzeme olarak değerlendirilen türler olmak üzere geniş bir tabana dayandığı anlaşılmaktadır.

Bitki ıslah çalışmalarında, yukarıda sıralanan bütün çeşitler, kültür bitkilerinin gen kaynağı (genitör) olarak kullanılmakta ve bu şekilde tarımsal üretim yapılmaktadır. Bu bağlamda, yabani türlerin tarımsal üretim için önemi, “Yabani türler, geniş bir genetik tabanı olan ve kültür bitkilerinin ileride çıkabilecek sorunlarının giderilmesinde ya da bitkilere yeni özelliklerin kazandırılmasında önemli birer kaynak oluşturan gen depolarıdır” (Özgen ve diğerleri, 2000:230) şeklinde ifade edilmektedir. Tarım uzmanlarının araştırmalarına göre, dünyada besin maddesi üretebilen yaklaşık 3 bin bitki türünün bulunduğu; bunlardan 150 çeşidinin ise geçmişten bugüne değin yetiştirildiği sanılmaktadır. Yapılan tahminlere göre, günümüzde dünya nüfusunun yüzde 90’ına halihazırda tarımı yapılan 15 bitki türünün yettiği; sadece buğday, pirinç ve mısır bitki türlerinin ise dünya gıda ihtiyacının 2/3’ünü karşıladığı belirtilmektedir (Doğan, 2002: 3). Bu veriler, tarımsal çeşitliliğin ekonomik önemini açıkça ortaya koymaktadır.

Tarımsal üretimi yapılan kültür bitkilerinin, yabani türlerin ıslah edilmesiyle geliştirildiği dikkate alındığında, yabani gen kaynaklarının tarımsal üretim için önemi açık şekilde anlaşılmaktadır. Ancak, uzun zamandır tekrarlanan ıslah işlemleri sonucunda, kültür bitkilerinin gen yapılarının zamanla daraldığı ve homojenleştiği gözlenmektedir. Bu noktada, yabani bitki türleri, içerdikleri geniş gen tabanları sayesinde, kültür bitkilerinin veriminin artırılmasında vazgeçilmez genitör (gen kaynağı) olarak gittikçe önem kazanmaktadır. Nitekim, ekonomik değeri olmayan yabani türlerden ekonomik değeri yüksek, ekolojik toleransı çok geniş olan kültür bitkilerinin elde edilmesi, yabani türlerin ve gen kaynaklarının, tarımsal üretimin sürdürülebilirliği açısından önemini ortaya koymaktadır. ABD’de bir mantar türünün, buğdayda büyük zararlara yol açan hastalığa neden olması üzerine, Türkiye’den getirilen yabani bir buğday çeşidinden alınan genle, hastalığın ortadan kaldırılması (Doğan, 2002:4), yabani gen kaynaklarının ekonomik değerini göstermektedir. Bu bağlamda, gen aktarımlı bitki türlerinin yetiştirilmesine bağlı olarak, başta yabani türler olmak üzere bütün biyolojik çeşitliliğin tehdit altına girmesi, uzun vadede telafisi mümkün olmayan çok büyük ekonomik kayıpların doğmasına neden olabilir.

Gen aktarımlı bitkilerin tarımının yol açabileceği sonuçlar, genel olarak ele alındığında, “tek tip ekimin” yaygınlaşmasına bağlı olarak tarımsal biyolojik çeşitliliğinin daralması, gen aktarımlı çeşitlerdeki bazı özelliklerin yabanı türlere ve zararlılara geçmesine bağlı olarak zirai mücadelenin olanaksız hale gelmesi ve ekolojik dengenin bozulması şeklinde özetlenebilir. Gen aktarımlı bitki çeşitlerinin yetiştirilmesinin, tarımsal biyolojik çeşitliliğin daralmasına etkisi, kültür bitkileri ile bunları yabani çeşitleri arasındaki etkileşimle açıklanmaktadır. Bu bağlamda, gen aktarımlı kültür türleri ile bunların yabani çeşitleri arasında kolayca çiçek tozu alışverişinin gerçekleşmesi, biyoteknolojik tarımın tek tipleştirici yönünü göstermektedir (Özgen ve diğerleri, 2000:274).
Öte yandan, “Bt” toksini ve antibiyotik içeren gen aktarımlı bitkilerin özelliklerinin, gen kaçışına bağlı olarak doğal çevreye geçmesi sonucu diğer türlerin zarar görmesi ve bazı zararlıların direnç kazanması olasılığı, ekonomik tahribatın diğer bir kaynağı olarak değerlendirilmektedir (Özgen ve diğerleri, 2000:275). Herbisite direnç geninin bu şekilde GDO’lardan diğer organizmalara kaçışının etkisi şöyle dile getirilmektedir: “… örneğin böcek ilaçlarına dirençli bir kolza üretilmek istenirse sonuç tam bir facia olur. Kolza, yabani turpla ve daha bir sürü yabani bitkiyle melezleşecektir. Çok sayıda zararlı ot, sırası geldiğinde dirençli hale gelecek ve son aşamada bunlardan kurtulmak için servet harcamak gerekecektir.” (Pelt ve diğerleri, 2002:139) Bu durum, biyoteknolojik tarımın yol açabileceği ekonomik kayıpların boyutlarını çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır.

Hem GDO üretiminin, bu teknolojiyi elinde bulunduran çokuluslu büyük şirketler tarafından yapılmasının yerel tarım işletmeciliğine verebileceği zararlar hem de tarımsal biyoteknolojinin pahalı olması, ekonomik tahribatın başka bir etkeni olarak kabul edilmektedir. Pazar koşulları tarafından desteklenen çeşitlerin yaygınlaşması, buna karşın tercih edilmeyen çeşitlerin üretiminin yapılmaması, birçok çeşidin ortadan kalkmasına yol açarak ürün sosyolojisinin tek tipleşmesine neden olabilir. Bu durum ise, tarımsal üretimin sürdürülebilirliğinin ciddi ölçüde olanaksız hale gelmesine yol açabilir. Dışa bağımlılığın doğal bir sonucu olarak, yerel tarımsal sistemlerin yok olmaya zorlanması, gıda yetersizliği yaşayan ülkelerde büyük ölçüde ekonomik kayıplara neden olabilir.
GDO üretiminin ileri sürüldüğü şekilde kârlı olmayacağını, tarımsal biyoteknolojinin son derece pahalı olması da göstermektedir. Örnek vermek gerekirse, raf ömrünün uzatılması için gen aktarımlı domatesin geliştirilmesinin ve tüketiciye ulaştırılmasının, 25 milyon ABD doları civarında bir maliyete neden olacağının hesaplandığı belirtilmektedir (Haktanır, 2001:11). Gen aktarımlı bitkilerin tarımının pahalı olmasının bir diğer nedeni, söz konusu bitki tohumlarının diğer zirai ilaç araçlarıyla birlikte paket olarak pazarlanmasından kaynaklanmaktadır. Bu durumda, gen aktarımlı tohumun ekimini yapmak isteyen bir üreticinin ilgili bitki tohumuyla birlikte aynı firmadan ilaç gibi diğer zirai ürünleri de alması gerekmektedir. Bu durumun, hem ekim maliyetinin yükselmesine hem de dışa bağımlılığın artmasına neden olacağı ileri sürülmektedir (Özgen ve diğerleri, 2000:275).

Tarımsal biyoteknolojinin ileride yol açabileceği ekonomik kayıplardan biri de, dünya pazarındaki gelişmelerle açıklanabilir. Yakın gelecekte, ABD gibi GDO ihracatçısı ülkeler ile AB ülkelerinin kamuoyu baskılarının etkisiyle, sözü geçen ülkelerde bu teknolojiyle üretilen ürün ve gıdaların tüketiminden kaçınılabileceği düşünülmektedir. Bu durumda, önemli bir tarımsal ürün ihracatçısı olan Türkiye gibi ülkelerin, dış satımda rekabet gücünün azalmasına bağlı olarak büyük ekonomik zararlar görebilme tehlikesi bulunmaktadır. Bu nedenle, tarımsal üretimin sürdürülebilirliğini sağlayacak şekilde ürün verimini artıracak seçeneklerin geliştirilmesi ve gıda dağılımı adaletsizliğini ortadan kaldıracak tedbirlerin alınması yerine, yakın gelecekte ekonomik rekabetin belirleyicisi olabilecek biyolojik rezervlerin, GDO’ların üretilmesiyle tehdit altına alınması, büyük ölçüde sosyal ve ekonomik kayıplara yol açabilir.

Tarımsal biyoteknolojinin sosyokültürel etkileri

Biyoteknolojik tarımın yaygınlaşması sonucu, geleneksel tarımsal üretim yapısının gerilemesi, tarımsal biyolojik çeşitliliğin kaybı ve yerli tarımsal ürünlerin rekabet gücünün azalmasına sonucu artacak dışa bağımlılık, aynı zamanda sosyokültürel alanda da yerel ve küresel bir dizi değişim sürecini getirebilir.

Biyoteknolojik tarımın baskısı sonucu, yerel tarım ürünlerin ekiminin geri plana itilmesi, tarımsal üretim ve tüketim tercihlerinin GDO ürünlerine doğru değişmesine neden olabilir. Bu durum ise, Türkiye gibi nüfusunun halen önemli bir bölümün tarım alanında bulunduğu ülkelerde, kente doğru nüfus göçünü doğurabilir. Tarımsal alandan bu şekilde dışlanan nüfus, gelişmekte olan ülkelerde istihdam, sağlık, eğitim, güvenlik, değerler sistemi gibi alanlarda bir dizi yeni sosyal ve kültürel sorunlara yol açabilir.

Sonuç ve değerlendirme

Tarımsal ve hayvansal üretimde yıllardır sürdürülen ıslah çalışmaları ve modern tarım uygulamaları ile birim alandan daha fazla ve kalitede ürün elde edilmesi yönünde büyük bir mesafesinin alındığı gözlenmektedir. Diğer yandan ise, uygulanmakta olan modern tarım faaliyetlerinin gittikçe tarımsal çeşitliliği azaltması ve kullanılan zirai ilaçlara karşı tarım zararlılarının tekrar direnç kazanması sonucu besin üretimindeki artışın tıkandığı ve biyolojik sınıra gelindiği anlaşılmaktadır.

Bu noktada, yaklaşık son 20 yıldır uygulamaya geçen biyoteknolojik tarım faaliyetleri ile, sözü edilen besin miktarı artışındaki tıkanıklığın genetik mühendisliği işlemleriyle belli ölçülerde aşılmasının mümkün hale geldiği görülmektedir. Ancak, GDO’ların kullanımının yaygınlaşmasıyla biyolojik çeşitliliğin azalacağının anlaşılması, belirli bir zaman sonra ürün artışındaki sürecin geriye döneceğini göstermektedir. Öte yandan, GDO’ların üretiminin ve ticaretinin dengesiz piyasa koşullarında gelişmekte olan ülkelerin aleyhine dönük bir nitelik kazanması ile tarımsal biyoteknolojinin uygulamaya geçtiği dönemden bu yana gelişmekte olan ülkelerin tarım sistemlerinin gittikçe dışa bağımlı hale gelmesi ve sürdürülebilirlik şansının ortadan kalkması, bu ürünlerden beklenen kazançların ortaya çıkacak kayıpların gölgesinde kalacağını göstermektedir.

Sonuç olarak, GDO’ların üretim ve kullanımının çokuluslu şirketlerin tercihleri doğrultusunda yaygınlaşmasına bağlı olarak biyoçeşitliliğinin azalması ve bununla koşut olarak küresel pazar baskısı karşısında gelişmekte olan ülkelerin tarımsal ve hayvansal üretim sistemlerinin ciddi bir tehdit altına girmesi kaçınılmaz görülmektedir. Nitekim, ekolojik, ekonomik, sosyal ve kültürel süreçler arasındaki etkileşimin döngüsel şekilde işlediği (Tuna, 2001:214) dikkate alınacak olursa, ekolojik alanda meydana gelen etkilerin ekonomik, sosyal ve kültürel alanda da artarak kendisini göstermesi kaçınılmaz görülmektedir. Bu durum ise, getirebileceği sosyal, ekonomik ve kültürel alanlardaki sorunlar nedeniyle, tarımsal ve hayvansal yerel üretim şekillerinin sürdürülebilirliğini, dolayısıyla dünyanın gıda güvenliğini tehdit etmektedir.
Dünyada “gıda yetersizliği” sorununun asıl nedeninin doğal kaynakların dengesiz dağılımına yol açan sosyoekonomik eşitsizlikler olduğu gerçeği dikkate alındığında, sorunun aşılmasında, ileri sürüldüğü gibi biyoteknolojik tarımsal ve hayvansal üretimin çözüm olmayacağı görülecektir. Bu bağlamda, dünyanın açlık gibi sosyoekonomik ve politik boyutlarıyla ele alınması gereken sorunlarına, genetik mühendisliği uygulamalarının çözüm olarak getirilmesinin, “genetik indirgemecilik ve determinist” kavrayışın dar anlayışı içinde konunun temel unsurlarının gözden uzak tutulmasını amaçlayan bilinçli ve kasıtlı bir yaklaşım olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, gıda yetersizliğinin aşılmasının asıl yolunun, kaynak dağılımı ve kullanımındaki dengesizliklerin çözümüne yönelik araçların bulunmasıyla mümkün olabileceği açıkça ortaya çıkmaktadır.

Diğer yandan, biyoteknoloji uygulamalarıyla genetik kaynaklardan bitkisel ve hayvansal üretimin artırılması, sözü edilen ürünlerin “ekolojik ve sosyoekonomik” risklerinin “biyogüvenlik sistemi” ile “kabul edilebilir” sınırlarda tutulabildiği ölçüde yarar sağlayabilir. Böylece, modern biyoteknoloji uygulamalarından “karşılanabilecek yarar” ile ortaya çıkabilecek “ekolojik ve sosyoekonomik” zararlar arasında dengenin kurulması ve buna bağlı olarak tarımsal ve hayvansal üretim sistemlerinin sürdürülebilirliği olanaklı hale gelebilir.

KAYNAKLAR

1) Abud, Selah ve Iskandartinata Otto (2003),G M O ’s a n d Globalization, Article No GMO.ENG.03.d, Developed by : Shinta Sophia l, Edited by: Yayasan IDEP (Indonesian Development of Education fo r Permaculture).
2) Açıkgöz, Nazmi (2000), “Biyoteknolojide Yasal ve Etik Yaklaşımlar” Küreselleşme Sürecinde Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Sempozyum Bildirileri, 23-24 Ekim, Ankara.
3) Alexandratos, N. (1988), World Agriculture: Toward 2000 An FAO Study, FAO/Belhaven, Rome and London.
4) Altieri, M. (2001), The Environmental Risks of Transgenic Crops: an Agroecological Assessment, Department of Environmental Science, Policy and Management, University of California, Berkeley, USA.
5) Freeman, S. ve Jon C. Herron (2002), Evrimsel Analiz, Çev. Editörleri: Battal Çıplak, Hasan Başıbüyük, Süphan Karaytuğ ve İslam Gündüz, 2. Baskı, Palme Yayıncılık, Sivas.
6) Doğan, Mustafa (2002), Türkiye’de Sürdürülebilir Kalkınma Çabaları ve Biyolojik Çeşitlilik, Ankara.
7) Eser, Vehbi (2000), “Modern Biyoteknolojideki Gelişmelerin Işığı Altında Dünya ve Türkiye’de Tarım”, Küreselleşme Sürecinde Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Sempozyum Bildirileri, 23-24 Ekim, Ankara.
8) Fairbairn, Clare ve diğerleri (2000), “Horizontal Transfer of Antibiotik Resistance Genes From Transgenic Plants To Bakteria-Are There New Data To Fuel The Debate Proceedings of the 6th International Symposium on The Bıosafety Of Genetıcally Modıfıed Organısms, p. 146-154, – University Extension Press, Saskatchewan, ISBN0-88880-412-1, Saskatoon, Canada.
9) Fischbeck, G. (1998), Auswirkungen des Anbaus transgener Nutspflanzen mit Pat-Gen vermittelter Herbizidtoleranz auf die Umwelt.
10) Haktanır, Koray (2000), “Transgenik Organizmalar-Küreselleşme ve Ekolojik Geleceğimiz”, Genetik ve Ekolojik Ürünler ve Tüketici Hakları Sempozyumu, Tüketici Hakları Derneği; 25 Mart, Ankara.
11) Ho, Wan-Mae (2001), Genetik Mühendisliği, Rüya Mı Kabus Mu?, Çev. Emral Çakmak, Türkiye İş Bankası Yayınları.
12) Ho, Wan-Mae (2000), Horizantel Gene Transfer – The Hidden Hazard of Genetic Engineering, htttp://www.sis.org.uk.
13) Jutaprint, Penang (1996), “Biosafety, Scientific Findings and Elements of a Protocol”: Report of the Independent Group of Scientific and Legal Experterts on Biosafety, Malaysia.
14) Keeton William T ve James Gould (1999), Genel Biyoloji Çeviri: Ali Demirsoy, İsmail Türkan Palme Yayıncılık, 1.Cilt, 5. Baskı, Ankara.
15) Kefi, Servet (2002), Genetik Olarak Değiştirilmiş Organizmaların (GDO’ların) Dünyada 2002 Yılı İtibarıyla Durumu, AÜ Avrupa Topluluğu Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ortak Tarım Politikası 7. Dönem Uzmanlık Kursu, Temmuz 2002.
16) Losey, J. E.; Rayor, L. S.; Carter, M. E. (1999), Transgenic Pollen Harms Monarch Larvae.
17) Nature 399, 214.
18) Madeley, John (2001), Impact of Trade Liberalisation on Food Security in the South, Literature review.
19) Madeley, John (2003), Herkese Gıda, Çev. Ali Ekber Yıldırım, Çitlembik Yayınları: 29; Nisan, İstanbul.
20) National Geographic (2002), Gıdalar Nasıl Değişiyor?, Mayıs sayısı, Herkese Gıda, Çev. Ali Ekber Yıldırım, Çitlembik Yayınları: 29; Nisan, İstanbul.
21) http:/www.naturforvatning.no Hazards of GE Foods- Crops: Examples of What’s Already Gone Wrong (12.10.2000).
22) Özgen, Murat (2000), Devlet Planlama Teşkilatı, Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ek:2, Ankara.
23) Özgen, Murat ve diğerleri (2000) “Bitkisel Gen Kaynaklarının Korunma ve Kullanımında Yeni Yaklaşımlar”. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Türkiye Ziraat Mühendisliği V. Teknik Kongresi, 17-21 Ocak, Milli Kütüphane, Ankara.
24) Özsoy, Ergi Deniz (1995), “Biyolojik Çeşitliliğin Ele Alınış Biçimleri: GATT Örneği”. GATT ve Çevre, Türkiye Çevre Vakfı Yayını.
25) Pelt, Marie ve diğerleri (2002), Bitkilerin En Güzel Tarihi, Çev. Nedret Tanyolaç, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
26) Prakash, G.S. (2000), National Akademy Report on Ag Biotech, National Academy of Sciences.
27) Raybould, A. F. ve A. J. Gray (1993), Genetically modified crops and hybridization with wild relatives: Institute of Terrestrial Ecology, Furzebrook Research Journal-of-Applied-Ecology, 1993, 30: 2,199-219; 206.
28) Sears, M. K. ve diğerleri (2000), Preliminary Report on the Ecological Impact of Bt Corn Pollen on the Monarch Butterfly in Ontari Canadian Food Inspection Agency and Environment Canada: 1-18.
29) Tuna, Gülgün (2001), “Yeni Güvenlik”, Küresel, Ekonomik, Ekolojik ve Sosyal Tehditler, Nobel Yayınları, 1.Baskı, Ankara.
30) www.globalresponse.org. (2004)
31) Yalçıner, Uğur (2000), “Modern Biyoteknoloji ve Patent Hakları”, Küreselleşme Sürecinde Biyoteknoloji ve Biyogüvenlik Sempozyum Bildirileri, 23-24 Ekim, Ankara.
32) Yürekli, Sıtkı (1995), “GATT ve Çevre İlişkisi Üzerine Fikri Mülkiyet Hakları ve Çevre Korunması Bağlamında Bir Değerlendirme”, GATT ve Çevre, Türkiye Çevre Vakfı Yayını.

Sağlık haberlerine hızlıca ulaşabilmek hem de destek olmak için Google News'te Sağlık News'e abone olun. 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir